Ana içeriğe atla

Platon -Socratesin Savunması

Platon’un gençlik eserlerinden olan Socrates’in Savunması eserini yazarken, hocası Socrates’in fikirlerini, yaşamını ve ideallerini – haksızlığa karsı verdiği savaşta, yönetimin bilgi konusunda yetkin olan bir tür bilgeler katmanı tarafından üstlenilmesi gerektiğini– aktarmıştır. Hocası Socrates öldüğünde Platon, henüz yirmi sekiz yaşındadır. Kendisi filozof olmadan önce yetenekli bir atlettir ve geniş omuzlara sahip olduğundan dolayı ona Platon lakabı takılmıştır. Kitapta işlenen konunun asli noktası Platon ve Socrates’in Atina Demokrasi’sine, Atina demosuna duydukları güvensizlikle biçimlenmiştir. Platon bilindiği gibi aristokrat bir aileden gelir ve çalışmayı dahi hor gören bir düşünürdür. Asıl düşman olarak gördükleri ise; ayaktakımı olarak gördüğü halk tabakası ve sonradan Atina’ya ayak basan Sofistlerdir. Socrates’in Savunması eserinde de Platon, Socrates’in eleştirilerini serimlerken, hocasıyla benzer görüştedir. Socrates, halk demosu tarafından ölüme mahkum edilmiştir ve bu yüzden Platon’un yaşamı boyunca uzak durduğu ve hatta nefret ettiği demokrasi kavramını birçok eserinde eleştiriye tabi tutulmasına yol açmış olduğu iddia edilir. 

Socrates’in Savunması eseri, Socrates’i mahkemeye şikayet eden Atina yurttaşı Meletos ve Aristophaes’in bir tiyatro oyununda Socrates’in gençleri yoldan çıkarmakla ve tanrıya karşı gelmekle suçlamalarıyla başlar. Socrates mahkemede ona karşı yöneltilmiş olan suçlamaları her zamanki dialogos/dialektiqui yöntemiyle Meletos’un savlarını yerden yere vurur. Amacının tanrılara karşı gelmek değil; sorgulanmamış bir yaşamın yaşamaya değmeyeceği üzerinedir. Çünkü çoğunluğun oylarının geçerli olup, suçlamanın yöneltildiği kişinin kitleler eşliğinde ölüme kolayca mahkum edilmesine defalarca şahit olmuştur. Onu amacından saptıracak herhangi tanrısal buyruğun( yasalar) onu yolundan saptıracak kadar iradesine boyun eğdiremeyeceğini belirtir. Socrates, mahkemede savunmasını verirken de güçlü sorgulayıcı iradesinin önünde hiçbir şeyin – ölümün bile – duramayacağını kesin bir dille belirtir. Ve bu zavallı yaşlı Atinalının elinde ne drahmileri vardır ne de bilgisi olduğuna inanır. Tek inandığı şeyin, hiçbir şey bilmediğini ve bunun onun sahip olduğu tek bilgi olduğunu da birçok yerde belirtir. Atinalıların kendini beğenmiş bilgiçliklerini alaya alır ve bunu yaparken hiçbir şey bilmediğini soru sorma yöntemiyle tanıtlar. Socrates, asıl suçunun – tabi bu bir suç olarak kabul edilecekse – bilgili geçinenlerin bilgisizliğini ortaya çıkarması olarak gösterir. Socrates kendisine bilge lakabını takmaz iken, Delphoi Tanrısına Atina’da bilge olanın kim olduğunu soran da inatçı Khairephon’dan başkası değildir. Socrates ise, bilge olmayı şu açımlandırma işlemiyle tanıtlamaya çalışır : “ O hiçbir şey bilmediği halde bildiğini sanıyor; ben ise bilmiyorum aöa bildiğimi de sanmıyorum. Daha doğrusu, bilmediğimi biliyorum; demek ki ondan biraz daha bilgeyim” der. Bilge olmanın ölçütünün ortaya konulması böylesi basit bir mantık yürütmeyle ortaya konur. Socrates bilge değildir, olsa olsa bilmediğini bildiği için bilgedir. Çünkü sorgulaması sırasında hiçbir şey bilmediğini bilmiştir ve bu hiçbir şey bilmemenin bilme hali : bilgeliğin kendisidir. Erdeme giden yolda böylesi bir bilinmezlik hali, bilge olmayı ve erdem sahibi olmayı bir ölçüde sağlamaktadır. 

Socrates, kendi savunmasını yaparken yalnızca ona yöneltilmiş asılsız suçlamaları alaya almakla kalmaz; devlet yönetiminin yozlaşmışlığını da kritik eder. Ben tanrının, devletin başına sardığı bir at sineğiyim, her gün her yerde sizi dürtüyor, uyarıyor, azarlıyorum; peşinizi bırakmıyorum demesi de bunun açık göstergesidir. Devlet yönetiminin yozlaşmışlığını; Atina demokrasisinin çoğunluğun bilgisizliğine göre hareket edip kendi çıkarları doğrultusunda eylemde bulunmaları dolayısıyladır. O nedenle Socrates, hiçbir zaman devlet dairelerinde dirsek çürütme taraftarı olmadığını belirtir. Devlette görülen birçok yasa dışı ve haksız işe karşı doğrulukla savaşarak, size ya da herhangi bir kurula karşı gelen hiç kimse ölümden kurtulamıyor; bu yüzden devlet adamı değil, yalnızca yurttaş olarak kalmam gerekir, diye belirtir. Socrates’in suçlanmasının asıl nedeninin Kritias’ın ölümünde – Platon’un amcası – parmağı olduğuna yönelik arka plan gerçekliğini, Eyüpoğlu, önsöz de belirtir. Böylelikle Socrates’in yalnızca teori adamı olmadığını aynı zamanda pratik alanda da savaş verdiğini görmüş oluyoruz. Marx’ın Feuerbach Üzerine 11. Tezinde ifade ettiği: filozofların dünyayı yalnızca çeşitli biçimde yorumladığını, asıl sorun onu değiştirmektir, söyleminin Socrates’in şahsında kısmen olumsuzlandığını böylelikle görmüş oluruz. Tabi bu yalnızca bir iddiadır. Socrates’in toplumda itici bir bilişsel pratiği ortaya koyması, idealizmin kökünü de ortaya koyması açısından önemlidir. 

Socrates, kendi savunmasını verirken; gücünü yasalara dayandırmakla politik olarak yasalar ile mantık yürütmesini sınırladığını görürüz. Çünkü mevcut koşullarda herhangi bir değişkenliğin radikal savunuculuğuna soyunmaz, aksine Atina demokrasisine ve yasalarına olan bağlılığını ifade eder. Aynı zamanda tanrılarına da saygı duyduğunu ve inanç beslediğini de belirtmektedir. Böylelikle onun muhafazakar yönünü ortaya çıkartmış bulunmaktayız. Tabi ki modern anlamda bir tür muhafazakarlık ideolojisinden bahsedemesek de, Socrates’in karşı çıkışının mevcut koşulları değiştirmeye yönelik olmadığını görmek pek de zor olmaz. 
Socrates’in mahkemede parmak basmış olduğu bir diğer konu da Ölüm üzerinedir. Ölümü iyilik olarak tanımlamanın yanında Ölümü iki şeye ayırır ; ya bir hiçlik, büsbütün bilinçsizlik halidir, yahut da herkesin dediği gibi, ruhun bu dünyadan ayrılarak başka bir dünyaya geçme durumudur. Böylelikle Platon’un idealar dünyasına Socrates’in söylemiyle göz kırptığını görmüş oluruz. Socrates, ölüm ile kendi ölümsüzlüğüne kapı aralamıştır ve ölüm gibi ciddi bir konuya dürüstçe parmak basması, ancak o ölecekken vurgu yapılarak son bulabilirdi.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

André Gide / Pastoral Olmayan-Gerçeğin Rengi Gridir”

Gide'nin Pastoral Senfonisi önemli incil alıntılarıyla donatılmış ve eserdeki karakterlerin ilişkisi ile sıkı biçimde örülmüştür. Özellikle Incil'de geçen  'Kayıp Koyun' benzetmesi Papaz karakterinin Kör bir kız olan Gertrude ile ilişkisinde sıkı biçimde iliskilenir. Peki nedir bu Kayıp Koyun meselesi;   "Bunun üzerine İsa onlara şu benzetmeyi anlattı: “Sizlerden birinin yüz koyunu olsa ve bunlardan bir tanesini kaybetse, doksan dokuzu bozkırda bırakarak kaybolanı bulana dek onun ardına düşmez mi? Onu bulunca da sevinç içinde omuzlarına alır, evine döner; arkadaşlarını, komşularını çağırıp onlara, ‘Benimle birlikte sevinin, kaybolan koyunumu buldum!’ der. Size şunu söyleyeyim, aynı şekilde gökte, tövbe eden tek bir günahkâr için, tövbeyi gereksinmeyen doksan dokuz doğru kişi için duyulandan daha büyük sevinç duyulacaktır.” Bu kısa pasajda anlatıldığı kadarıyla Gertrude ve Papaz ilişkisinin asıl serimlendigi ve dinsel inanışın kayıp olana yöneldiği mesaj içerik

Alice Eserine Felsefi Yaklaşım

Alice Harikalar Diyarı eseri, yazarın metamatikçi ilgisinin yanında aynı zamanda  düşünür rolünü felsefi problemlere indirebilen bir eserdir. Kitapta inceleme konusu edilen metaforlar, alegoriler bir tür masal dünyasına ya da masal dünyasının ötesinde bir tür absürdizm dünyasına geçiş yapar.  Beyaz tavşanı izleyen Alice'nin ilk adımı fenomenoloji dünyasından başka dünyaya gelişi imler. Görünen ile gerçeklik arasındaki düalist ayrım bu eserde muntazam şekilde işlenmiştir. İçinde olduğumuz fenomenler dünyasının ötesinde idealar veya hakikat ya da absurdizm dünyasında: temsiller ve nesneler bir tür ters yüz olma evrenini imler. O dünyada nesnelerin ve zamanın yapısı bambaşkadır. Ayrıca Alice'e her şeyin ters yüz görünmesi, zamanın göreliliği, nesnelerin insan fizyolojisi üzerindeki etkisi bambaşka biçimlere bürünür. Öte yandan Alice'nin kendisinin kim olduğu ile ilgili çatışması da terennüm edilir.  Tıpkı Herakleitos'un, Bir ırmakta iki kez yıkanılmaz, demesi gibi ya da

Bir Evlilikten Manzaralar Filmi Üzerine - Bergman

Üç ayda yazdım dört ayda çektim ama bütün bir ömrün deneyimini kullandım ( Bergman)  Bergman'ın yukarıda alıntıladığım cümlesini filme giriş yapmadan önce alıntılamanın önemi üzerinde durduktan sonra filme geçiş yapabilirim. Üç ayda yazılan, dört ayda çekilen ve tüm bir ömrün deneyimini kullandım dediği Bir Evlilikten Manzaralar filmi, evrensel bir önem taşıyan 'Aşk ve Insan Iliskilerinin' neredeyse özünü teşkil eden bir film olmuş desem abartmış sayılmam. Ilk olarak Bergman'ın yaşamsal  deneyimi yalnızca Bergman ile  sınırlı kalmamış aynı zamanda elinde bir sanat eseri görevi gören film, insanlığa da mal olmuştur. Tıpkı bir sanat eseri ile onun yaratıcısının bir zaman sonra birbirinden farklılaşması gibi. Bu neden dolayısıyla Bergman için yaşam deneyimi olan, Foucault'nun "öznel deneyimler sahası " dediği sahayı oluşturmak ve ortak bir miras oluşturmak için bu türden sanatsal yapıtlara ihtiyaç vardır. Insanlar kendi yaşamsal deneyimlerini ortak bir alan